Bir başka
Mardinli oluyorum, menengiç kahvesi içip, Mardin şalı takıp farklı bir kültürü solumaya çalışıyorum. Reyhan şerbetini yudumlarken Deyrulzafaran Manastırının içinde Süryani rehberle Süryanice sözcüklerin telaffuzunu dinliyorum. Rehberin masum, biraz da utangaç o saf ifadesinden öğreniyorum ki, bilinen ilk Tıp Fakültesi de burada kurulmuş. Bu manastır Mardin’in doğusunda ve üç kilometre uzağında kurulmuş.
5.yüzyılın içinde hissediyorum kendimi bir an. Kubbeli Kilise, Azizler Evi, Meryem Ana Kilisesi ve Güneş Tapınağı’nı görüyorum. Bu manastırın her taşında safran bitkisinin kokusu ve şifacı gücü cezbediyor sanki beni. Meğer Hıristiyanlıktan önce Şemsiler güneşe tapıyorlarmış. Yani bu tapınak manastırdan çok daha eski. Bugün olduğu gibi keçi ve koyunları güneşe kurban ediyorlarmış sunağın içinde. İnsanoğlu tarih boyunca ulaşamadığı, kendinden güçlü gördüğü nesne veya varlıklara tapınmayı tercih etmiş zaman zaman. Bu gezimde Süryani kiliseleri ve manastırları ile Artuklu camilerini aynı zamanda kucaklıyorum sanki. Arapça ezanın güzelliği ile Latince ilahiler bütünleşiyor adeta. Üç dini sarıp sarmalarken (İslamiyet, Hıristiyanlık ve Ezidilik) bu şehir, onları anlamaları için de dört dille konuşuyor (Türkçe, Kürtçe, Arapça ve Süryanice) duygular ifadesiz kalmasın diye. Kürtçe ağıtlar Türkçe türkülerle teselli etmeye çalışılıyor. Sonra MÖ.9.yüzyıla doğru yol alıyorum atlarına binmiş heybetli Asur askerlerinin ayak seslerini hissettirircesine. Kadim bir şehrin sokaklarında içimi inanılmaz bir huzur kaplıyor.
Yollarda zeytin gibi kara gözlerine daha da belirginleştirsin diye siyah sürmeler çekmiş, endamı güzel, buğulu bakışlarıyla tarihlerindeki hüzne ortak olurcasına, bileklerindeki dövmelerle ve üstlerindeki siyah şifon entarileriyle bir kuğu gibi salınan ince uzun boylu alımlı kadınlar şehrin bütün telaşını bitirecekmiş gibi sanki aynı ritimle hareket ediyorlar. Bilmem kaç yüzyıl önceden yapılmış, yokuş aşağı giden parke taşlarıyla döşeli yollarında yürüdükçe, esmer, dal gövdeli, uzun bacaklı, yüzlerinde hüznün, sevdanın, intikamın esmer gölgesi olan delikanlılar, ellerinde bulunan tüfeklerle atlara sıçrıyorlar aniden ve ufkun bittiği yere kadar bir toz bulutu içinde gidip geliyorlar sanki bu güzel şehrin gizemli akşamında. Akşamın karanlığı ile birlikte hummalı bir koşuşturma sarıyor özellikle ara sokaklara doğru yönelen insanları. Oysa bu telaşın binlerce yıldan beri insanları sardığını düşünüyorlar mı kim bilir?
Şaraplarsa yeni doğan Süryani bebekleri kutsamak için manastırın mahzeninde bekliyor. Alışveriş mekanlarının hemen karşısındaki evlerin önü kafelere dönüştürülmüş. Ahşap tabureler ve sehpalarla misafirlere mırra ve ince belli bardaklarla dumanı üzerinde tüten en demlisinden çay ikramı için birbirleriyle yarışıyor. Taburelerde oturan misafirlere gözüm ilişiyor aniden; ülkemizin farklı kentlerinden insanlar olduğu gibi farklı ülkelerden gelen misafirler de yorgunluklarını atmak için büyük bir huzurla oturmuş, mırra ya da çay yudumluyorlar. Sohbetler birbirine karışıyor neredeyse masa ve taburelerin yakınlığından. Ama kimseyi rahatsız etmiyor bu yakınlık, göz alabildiğine uzanan Mezopotamya Ovasının sonsuzluğunu izlerken. Ayrıca telkari sanatını sadece gümüşe değil altına da nakşetmişler en ince ayrıntısına kadar. Her biri ayrı birer sanat harikası. Eğer sizlerde bu güzelliklerle iç içe olmak,Mezopotamya Ovası’nın havasını içinize çekmek isterseniz şu an en uygun zaman.
Zamanda yolculuk yaparak o kültürü görmeniz, yaşamanız, o eşsiz yiyecek ve içecekleri tatmanız, orada yaşayan, farklı dillere ve dinlere sahip olsa da kalpleri bir atan, misafirperver ve saygılı insanlarla tanışmanız, sizi olduğu kadar orada yaşayan insanları da mutlu edecektir.
Yolu sevgiden geçen insanlarla yol arkadaşı olmanız dileğiyle…