Eğri oturalım
“Depremin büyüklüğü, şehirlerin ismi, binaların şekli, insanların hayatları ve hikayeleri değişiyor. Ama bakış açımızı bir de yakın geçmişi unutma alışkanlığımızı değiştiremiyoruz. ”
Bu cümleleri, İzmir depreminin ardından kaleme aldığım bir yazıda kurmuştum. Depremin büyüklüğü değişti. Şehirlerin ismi değişmekle kalmadı bir tren katarı gibi uzadı. Sarsıntı sonrası binaların şekli, binlerce insanın hayatı ve hikayeleri bir gecede değişti.
Ülkemizin yer altında yatan gerçeğini görmezden gelerek ilkokul düzeyindeki coğrafya bilgimizi savsakladık. Kimimiz kader, fıtrat dedi. Kimi tasvip etmediği toplum davranışlarının bedeli olduğunu söyledi. “Elimizden ne gelir ki?”, “Allah korusun!”,” Ben tek başıma ne yapabilirim?”, “Çaresiziz” , “Olumsuzluklar çok az aslında gerisi hava cıva, fazla aldırış etmeyin” dedik de dedik.
İmar affı çıksın diye beklemekten dokuz doğurduk. Kaçak yapılara ruhsat aldığımızla övündük. Kentsel dönüşüme inat ettik. Zemin katları, kolonları kesmek isteyen dükkan ve mağazacılık sektörüne kiraladık. Hızlıca teslim edilen konutları ballandıra ballandıra anlattık. Tavanları led ışıklı, saten alçılı, alçı kabartmalı evlerimizi anlata anlata bitiremedik. Balkonları küçük gördüğümüz mutfaklara, odalara kattık. Dört duvara teminat veren deprem sigortasına burun kıvırdık, konut sigortasının prim bedellerini fazla bulduk. Denetim raporlarını, ruhsat ve tadilat işlemlerini halledebilmek için araya hatırı sayılır tanıdıklar bulduk, iki kat verilen imar planlarını allem kallem edip dört kata çıkarttık. Dere yataklarına manzaralı binalar diktik. Tüm bunları, hayatımız, geleceğimiz için değil de şatafat, zenginlik, mevki, etiket ve onaylanmak için gösteriye çevirdik. Elimizden nasılsa bir şey gelmez diyerek sustuk.
Yeni evlerimizde dualar okuduk, nazar boncukları taktık, beş vakit namaz kıldık, bir ay oruç tuttuk gelin görün ki bilimi, gerçekleri, çalışmayı, yaptığımız işin hakkını vermeyi, hakkımızı aramayı, bir başkasının hakkını yememek gerektiğini unuttuk. Yine Allah’a sığındık.
Televizyonlarda açıklama yapan bilim insanları yerine dizileri takip ettik. “Ben tek başıma ne yapabilirim ” derken sevgili Haluk Levent ‘in yaptıklarını sevinçle, umutla seyreder olduk. Yeniden seyirci kalmanın hakkını verdik(!)
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenleri oylarımızla biz seçtik. Kıyafetlerimiz, cinsiyetlerimiz, etnik kökenlerimizle, taraftarı olduğumuz futbol takımlarıyla, eleştirilerimizle, inançlarımızla birbirimizin arasında ülke haritasındaki gibi bir fay hattı oluşturduk. O fay, kırıldıkça kırıldık. Sarsıldıkça sallandık, döküldük, olduğumuz yere çöktük. Bu musibet karşısında yan yana ele ele olmamız gerekirken enkaza dönüştük.
Tek çaremiz; Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak olan devlete, temel amaç ve görevlerini hatırlatmak.
Ateş, düştüğü yeri yakmasın! Alevlerin yön değiştirmesi bir rüzgara bakar. Kaptanı, usta olmayan gemiye her rüzgar kötüdür.