Gündüz Niyetine

Taraf Devletler, çocuğun ekonomik sömürüye ve her türlü tehlikeli işte veya eğitimine zarar verecek, sağlığı veya bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâksal ya da toplumsal gelişmesi için zararlı olabilecek nitelikte çalıştırılmasına karşı korunma hakkını kabul ederler. (Çocuk Hakları Sözleşmesi, Madde: 32)

Yattığım yerden doğrulmak isterken kollarımı kavrayan görünmeyen bir gücün etkisiyle yukarıya çekildiğimi hissediyorum. Bir kukla gibi kollarım ve ayaklarım boşlukta sallanıyor.

Mehmet! Rüya görüyorsun, diyorum. Yine evinden uzakta; üstü naylonla örtülmüş, rüzgar alan kısımları uçurtma gibi havalanıp duran bez çadırın içinde uyanacaksın. Bir gün bu kuyruksuz uçurtmanın, toprağa bağlayan demir kazıklarından kurtulup seni memleketine götürmesini dileyeceksin. Biraz sonra annen, çadırın bir ucundan diğer ucuna gerilen ipin üzerindeki çarşafı, yavaşça aralayıp içeriye girecek. “Mehmet’im hadi kalk artık’ diyerek seni uyandıracak. Çapakları kurumuş kahverengi gözlerinle gördüğün; bembeyaz bulutların pamuk gibi açtığı mavi gökyüzünde kuşlar gibi uçtuğun, yükseklik korkuna rağmen cesurca davrandığın düşü “Hayırlara vesile olsun inşallah ” dileğiyle geçiştirecek. Aklından geçen düşünce, dilinden düşerse; “Keşke insanlarda uçabilseydi” diye, annen seni bir güzel azarlayacak; “O ne biçim söz oğlum! Duymamış olayım yoksa Allah’ın gücüne gider. ”

Geçen sene babamın Nar Festivali’nde sattığı uçan balonları hatırlıyorum. İpin ucu kaçarsa gökyüzünün ardında ne var bilmiyorum. Memlekette dört senedir kayıtlı olduğum okul; on beş tatile girdikçe buraya geliyor, eylüle kadar kalıyorum. Belki ben tarlalarda çalışırken arkadaşlarım, derslerde uçan balonların başına neler geldiğini öğreniyor. Olsun, yine de hayallerimi pilot olmak süslüyor.

Bütün cesaretimi toplayıp gözlerimi açıyorum. Hiç korkmadan aşağıya bakıyorum; çayır çimen yerine zemini beyaz fayans kaplı dikdörtgen şeklinde bir oda görüyorum. Odada yan yana sıralanmış uzun, metalden masa ve dolaplar görüyorum. Gıcırtıyla açılan kapıdan içeriye polis kıyafetli bir adamla, beyaz önlüklü bir kadın giriyor. Kadın, elindeki dosyayı adama uzatıp cebinden çıkardığı bir çift eldiveni hızlıca giyiyor. O da doktor olmalı. Öyleyse sayıklıyorum, baygınlık geçirmiş olmalıyım. Desene yevmiyem bugün de yanıyor. Doktor, bir insan boyundaki metal masanın üzerindeki beyaz örtüyü kaldırıyor.

Bir çocuk gözleri kapalı yatıyor. Bana benziyor. Ağız ve burun çevresinde beyaz köpükler var. Yayık ayranı içerken oluşan bıyık gibi duruyor. Ben ayran sevmem, ekşi oluyor. Süt, yumurtayı desen kim kaybetmiş ki biz bulalım. Kömeç, bulgur pilavı onlar da yoksa aç yatıyorum. Kim acaba bu çocuk? Burada bütün çocuklar, su kanalının kenarında hoplayıp zıplayan kurbağalar gibi birbirine benzer; karaya çalan buğday tenler, çatık kaşlar, ürkek bakışlar, bereli yüzler. Bir tek isimlerimizden ayrılıyoruz onu da büyüklerimiz çoğu zaman yanlış söylüyor.

Örtüyü biraz daha açıyorlar. Sağ göğsünün altındaki pastırma rengi doğum lekesinden tanıyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum.

-Benim o! Mehmet. Mehmet, benim adım!

Sesim, bembeyaz dikdörtgen kutunun duvarlarına çarpıp, kayboluyor. Doktor Abla, iki parmağıyla gözlerimi açmaya çalışıyor sonra da yüzümde gezdirdiği eliyle başımı okşuyor. Neden hiç hissetmiyorum?

-On iki on dört yaşlarında, bir buçuk metre boyunda, kırk beş – elli kilogram ağırlığında, kahverengi gözlü, siyah saçlı bir erkek çocuk.

Doktor Abla, Pilot olmak için kısa mıyım? Bak hele şu pazılara! Babamın kanına çektiysem yirmisinde gör sen bir de beni. Sorduğum soru, benim gibi havada kalıyor.

” Ellerinde ve ayaklarında çamaşırcı eli görünümü var.” diyor. Çamaşır yıkamak erkek işi değildir ki; anamla kız kardeşlerim çadırda yer olmadığı için leğenle dışarıda yıkar. Annem, her akşam tarladan geldiğimiz gibi çamaşırlarımızı tepeden tırnağa çıkartır, kardeşlerimin kucaklarına tutuşturur. Ekmek mayalar, çalı çırpı toplar, yemek kaynatır. Ertesi sabah erkenden üçümüz tarlanın yolunu tutarken arkamızda kız kardeşlerime yıkanacak bir çamaşır dağı kalır.

Vücudumdaki birkaç yerime eldivenleriyle dokunuyor. “Kaz derisi görünümü bunlar.” diyor. Anlamıyorum. Bizim oralarda bir sürü kaz çiftliği var. Onlar, turuncu gagalara ve beyaz tüylere sahiptir. Babam söz verdi; işleri hayırlısıyla düzelirse eskisi gibi kardeşlerime ve bana birer kaz alacak. Paramız olmadığı için buraya geliyoruz. Fasulye, domates hasadına, çapaya, sulamaya gidiyoruz. Tez zamanda evimize dönelim istiyorum. Bu yüzden yevmiyemi cebime koymadan babama veriyorum. Doktor Abla, üstümü örterken “Son üç ayda bu kaçıncı çocuk biliyor musun?” diye soruyor. Matematik derslerinde benim gibi pek başarılı olmadığı her halinden belli olan Polis Abi hemen atılıyor.

-Ne derler bilirsiniz; coğrafya kaderdir. Bu çocukların kaderi bu, Doktor Hanım.

Doktor abla, kaşlarını çatarak polisin elindeki dosyayı sertçe çekiyor. Odanın içinde bir o yana bir bu yana topuklu ayakkabı sesleri dolaşmaya başlıyor. Hışımla arkasını dönüp Polis Abiye; “Hanginiz daha kötü; doğduğun yer mi yoksa sen mi?” diyor.

Kötü olsa kötü adamları yakalamak için hiç polis olur muydu? Belli ki doğduğu yer kötü diye o da bizim gibi başka bir diyardan kalkıp buralara geliyor. Odanın serinliğine rağmen alnında biriken ter damlalarını elinin içiyle silip, şapkasını takıyor.

-Yarım saat önce bulunduğu yerin kuzeyindeki mevsimlik işçilerin yerleşim alanından kayıp çocuk ihbarı geldi.

Doktor Abla, başındaki gözlüğü bulup burnunun üzerine indiriyor. Sol üst cebinden çıkardığı kalemle dosyanın ilk sayfasını imzalıyor.

-Darp ve cebir izi bulunmuyor. Tipik suda boğulma vakası olduğunu iletirsiniz.

Doktor Abla, üzerimi örterken rüyalarımda; bir gün pilot değil de melek olacağım için uçtuğumu anlıyorum. Allah’ım, annem beni bu halde görünce gücüne gitmez mi?

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
error: İçerik korunmaktadır !!