İsim, şehir, köy

Ne zaman Edirne dışına çıksam tanıştığım insanlar, memleketimi öğrenir öğrenmez ardından şu soruyu sorardı. “Edirne’de deniz var mı?” Hâlbuki söz konusu yıllarda coğrafya dersi, henüz eğitim ve öğretim programının zorunlu derslerinden çıkarılmamıştı.
Bu soruya ilk zamanlar “yok” deyip geçiyordum. Çünkü bir şehirde deniz varsa tüm sokakları denizin köpüklü dalgalarına uzanmalıydı. Kordon boyunda şehrin insanları yürüyüşe çıkmalıydı. Evlerinin pencerelerini açtıklarında ciğerlerine iyot kokusu dolmalıydı. Veyahut esen rüzgarın yönünden denizin hırçın mı çarşaf gibi mi olacağını anlamak çocuk oyuncağı olmalıydı. Sonra bir gün birisi çıkıp “Benim bilmem kim giller, tatillerini Edirne’deki yazlıklarında geçiriyor” deyince duraksadım. Onun zihnindeki yargı ile benim deniz anlayışım hayalimde şöyle canlanıyordu; Saraçlar Caddesi, denizin köpüklü dalgalarına doğru uzanıyor. Hemşerilerim, Lozan Caddesi’nde yakamozu seyrederken usulca geçen tekne ve gemilere selam veriyor. Selimiye Cami’nin avlusunda oturanlar iyota doyuyor. Atatürk Bulvarı’nın kuzeyindeki yüksekte kalan mahalle sakinleri sabahları kâh çarşaf kâh hırçın bir deniz manzarası ile karşılaşıyordu.
O günden sonra bu soruyu soranlara “var tabi” demeye başladım. Gökçetepe, şunun şurasında iki saat uzaklıktaydı. Bu mantıkla Amasya, Bolu, Manisa, Karabük, Osmaniye gibi Edirne’nin de denizi vardı. Ama ben var dedikçe işler iyice karıştı. Bu kez tanıştığım kişilerin hayallerinde; bir an önce serinliğe kavuşmak isteyen yerlisiyle turistiyle hasır çanta ve şapkalarıyla bikinili, şortlu insanların Alipaşa Çarşısı’nın içinde dolaştığı, dükkan önlerinde asılı rengarenk şemsiyelerin, can simitlerinin, kova ve küreklerin satıldığı bir manzara oluştu. Güneş’in tenimi neden o kadar çok yakmadığı, denizin tuzlu sularının saçlarımı neden açmadığı, başkaları tatil için benim şehrime gelirken, benim İç Anadolu’nun kavruk sıcağında ne aradığım soruldu.
Tuhaf bir şehir Edirne; denizi var desen yok, yok desen var. Doğup büyüdüğüm, şimdiki yaşımın ancak yüzde onuna denk gelen yıllarında uzakta kaldığım, gidince aklımın kaldığı dönünce bıraktığım gibi bulduğum bu şehirde ise tanıştığım insanlar “Memleket neresi?”diye sorduklarında ” Edirne ” demek yeterli olmadı. Evet, Edirneliydim ama hangi köyünden? Ben “Merkez” dedikçe karşımdaki kişinin merkezkaç kuvvetiyle anamın babamın köklerine uzanan merakı, atalardan yadigar “İnsanın vatanı doğduğu yer değil, doyduğu yerdir.” sözüyle noktalanırdı. Oysa doğduğu şehri hayatı boyunca hiç görmeyen kadar doyduğu şehirde eve götüreceği ekmeğin peşinde koşmaktan başını kaldırıp o şehrin güzelliklerine doyamayan da vardı. Başına iş açmadıkça o şehrin çirkinliklerinden rahatsız olmayanlar gibi.
Bir şehrin tarihini, nehirlerini, köprülerini, yetiştirilen bitkisini ve hayvanını, el ürünlerini bilmedikten sonra doğsan da doysan da bir anlamı yoktu. Belki de bu yüzden ben artık memleketimi soranlarla tanıştığımda değil onları tanıdığımda memnun oluyorum.