Kalbim Ege’de kaldı

Seksenli yılların sonu, sıcak bir yaz günüydü. Annem, “Deprem oluyor” diyerek beni müstakil evimizin bahçesine çıkarmıştı. Okulda doğal afetler konusunu işlemiştik. Yer kabuğunda beklenmedik bir anda ortaya çıkan sarsıntıydı. İçimde oluşan heyecanla karışık bir korku depremi bana yaşayarak öğretmişti.
Doksan dokuz depreminde çok katlı bir apartmanın en üst katında, büyüyen ailemizin bireyleriyle daha kalabalık yakalanmıştık. Merkez üssünün yaklaşık üç yüz kilometre uzağından hissetmiştik. Gecenin geç saatlerinde başımın üstünde sallanan avizeden yükselen şıngırtı sesleri uzaklığı sıfırlamaya yetmişti. Kulaklarımda yankılanan o sesi ben hiç unutmadım.
İki bin yılında kurulan Doğal Afet Sigorta Kurumu’nun  (DASK) yirmi yıl sonraki güncel verilerine göre; Ülkemizde inşa edilen binaların %98’i betonarme yapı tarzında, halen toplam kat sayısı ve metrekareler arttıkça poliçe sayısı düşüyor ve bölge bazında ortalama %50’lik bir payla Marmara Bölgesi sigortalı konut sayısıyla ilk sırada yer alıyor. Yani kaba bir hesapla her iki evden biri sigortasız. Sigorta sektöründe çalışmış biri olarak söyleyebilirim ki bu halkın temel problemi “Bana bir şey olmaz” anlayışıdır. Milli piyangodan büyük ikramiye çıkacağı inancıyla bilet alanların; evine, arabasına ya da kendisine gelebilecek zararları hesaplamaması da ironiktir.
Sonraki yıllarda yakınımda gerçekleşen depremleri küçük çaplı sallantılar olarak hissettim. En fazla balkona çıktım, soğukkanlılığımı korudum. Yaşadığım şehrin deprem derecesi ne deprem sigortasını yaptırmamak için caydırıcı bir rol oynadı ne de tekrar yaşanması durumunda almam gereken önlemleri düşündürmekten uzaklaştırdı.
Geçen cuma günü öğle saatlerinde oturduğum kanepe usul usul sallanmaya başladı. Başımı tavandaki avizeye çevirince sebebinin tansiyonumun olmadığını  anlamak çok vakit almadı. Dördüncü dereceyle sınıflandırılan bir şehirde yaşıyordum ama hissettiğim sarsıntının etki ve süresi bana iki olasılık hakkında fikir veriyordu. Ya Saros Körfezi’nde 3’lük ya da daha uzakta olan İstanbul veya Tekirdağ’da 5-6 lık bir deprem oluyordu. Oysa Kandilli Rasathanesi’nin verileri dağlarında çiçekler açan İzmir’i işaret ediyordu. Bu kez aramızdaki mesafe beş yüz kilometreyi geçiyordu. Yola düşünce gözümde büyüyen uzaklığı ta oralardan gelip yanımda bitiyordu. Son dakika haber bültenleri, yıkılan binaların görüntüleri, sokağa dökülen insanların bağırışları, canlı yayına bağlanan yetkililer, kurtarma ekipleri,artçı sarsıntılar, dualar, umutlar, artış gösteren can kayıpları derken aklımdan; imar affı, zemin kattaki dükkanları genişletmek için kesilen kolonlar, teoriden öteye gitmeyen kentsel dönüşüm projeleri, izinsiz yapılan tadilatlar, onay alındıktan sonra yapılan değişiklikler, kalitesiz malzemeler, az malzemeyle çok işler hepsi teker teker geçtiler.
Depremin büyüklüğü, şehirlerin ismi, binaların şekli, insanların hayatları ve hikâyeleri değişiyor. Ama bakış açımızı bir de yakın geçmişi unutma alışkanlığımızı değiştiremiyoruz.
Evet, hayat kısa… Her şeyi kendi başınıza deneyimleyemeyecek kadar kısadır.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu