Orda bir köy var uzakta

“Tanrım akıl ver bana, ben delirdim mi?

Gördüğüm bu köy, benim köyüm değil mi?”

Duraksadı. Alt satıra geçmek için şaryoyu döndürdü. Gözleri, bir hayalet gibi odanın duvarlarından sekerek açık pencereden sokağa koşan daktilo sesinin peşinden sürüklendi. Ses, demir parmaklıkların arasından bahçedeki şimşir ağaçlarına seğirtti. Kaldırımda yürüyen liseli iki talebenin gülüşlerini de önüne katıp yokuş aşağı inen fayton arabasını çeken bir çift atın sırtında yankılanan kırbaç sesiyle buluşup asfalt yolda gözden kayboldu.

Varol, kırmızı kalın kuşaklı sigara paketinden bir dal daha çıkardı. Kibrit çöpünden havaya karışan kükürt kokusu genzini yaktı. Sümenin üstündeki boş çay bardağını kenara çekerken gözleri yaşardı. O an odasında bir memur veyahut bir misafiri olsaydı iki parmağının arasında sıkıca tuttuğu dalı işaret ederek “Meret sigara, bırakamıyorum” diyecek, gözlerini odanın içinde dolaştıracaktı. Başını geriye doğru yasladı. Daktilonun çukur tuşlarına gömülen silik harfleri derin bir hülyayla çıkarmaya başladı.

Yedi sekiz yaşlarındaydı. İrili ufaklı yemyeşil tepelerin eteklerine fırfır gibi kerpiç evlerin dikildiği köy; Ergene Nehri’ne bakıyordu. O sene, köyün bıçkın delikanlıları gibi celallenen nehir, eriyen  karlar ve yağan yağmurlarla kabına sığmayıp tarım arazilerinin ümüğüne sarılmıştı. Çeltik alanları suya gark etmiş, pancarlar çamurlu sularda tatlı su balığı misali salınır olmuştu. Pavli’nin panayır alanı, ovada kalan ev ve dükkanların perişan halde olduğu duyulmuştu. Bugüne  kadar ana ve babalarının bile hiç görmediği bir âfâta tanıklık ediyorlardı. O günlerde köy tabelasının önünde elinde tahta bir bavulla otobüsten inen muallimi, iki yanı ağaçlıklı toprak yol yerine taşkından nasibini alan köyün ileri gelenleri sandalla karşılamıştı.

Varol, pantolonun paçaları, gömleğinin kolları sıvalı köy meydanının balçık tabanına adım atan muallimi ilk bu haliyle görmüştü. Muallim, sarı saçlı, mavi gözlü, yakından bakıldığında yüzünde ve ellerindeki kılcal  damarları görünecek kadar saydam tenliydi. Varol’a o gün, çocuk gözüyle yaşlı gelmişti. Oysa şimdiki yaşıyla ondan daha gençti; otuz yaşlarının başında ha vardı ha yoktu.  

-Ne dikiliyorsun öyle, alsana bavulu!

Muhtar olan amcasının sesiyle; soğuktan kızaran yüzünün gizlediği utangaç bir pembe ton, elinde ağır bir bavul, köy caminin yanından kıvrılan bayırı koşar adım tırmanmaya başlamıştı. Köy kahvesinde bir fincan türk kahvesinin ardından Muallim, Ergene’nin deniz görünümü almış manzarasına bakan, okul bahçesindeki tek katlı konuk evine yerleştirilmişti.

Dış yüzeyi rutubetten dökülen okul binasında; sabahları yaklaşık kırk öğrenciden oluşan dört ve beşinci sınıflar, öğleden sonra da sayıları altmışı bulan bir, iki ve üçüncü sınıflar bir arada öğrenim görüyordu. Muallim, bu eğitim yuvasının; kırık pencere, ders araç gereçleri ve yakacak ihtiyaçlarının en başında bulunuyordu. Varol, ertesi gün; iki dirhem bir çekirdek sınıfa girerek, kara tahtaya adını yazan Muallimin, hayatından bir daha çıkmayacağını henüz bilmiyordu.

Anne ve babasının ilerlemiş yaşlarına rağmen beş kızdan sonra tek erkek çocuğu olarak dünyaya gelen Varol’a, sadece annesi, isminin ilk hecesini uzatarak seslenirdi; Vaar-ol!

Varol, köydeki çoğu çocuk gibi sabahın kör saatinde yataktan kaldırılır, uyumadan büyüyen çocuklar kervanına katılırdı. Ahırdaki hayvanları yemler, elinde bir değnekle suya güder, dönüşte onu bekleyen dumanı üstünde bir tas tarhana çorbası yahut kaşık kaşık kaçamağın hayalini kurardı. Okul vakti geldiğinde anasının rengi solmuş, eski bir feraceden diktiği siyah önlüğünü giyer, bir elinde bez çantası diğer elinde bir parça tikvenik ya da nohutlu ekmekle yola düşerdi.   

Muallim, bilgi ve becerinin meşalesi ile karanlığı aydınlatacak aydın bir eğitimci olarak geldiği bu köyde; maarif hizmetlerinin yanı sıra resmi bayramlarda ahaliyi köy meydanına toplayarak piyesler, geçit törenleri düzenleyerek öğrencilerine şiirler okutur, tenefüslerde mandolin çalardı. Varol, okulun arka bahçesinde meyve çekirdekleri ektiği günlerden kulağına çalınan muallimin sesini duyar gibi oldu.  “Çocuklar! Ağaç dikmek, bu dünyadaki en onurlu davranıştır.”Her biriniz benim için bu çekirdekler gibisiniz. Yeşerip büyüyecek bir fidan olacaksınız ve köklerinizi hiç unutmayacaksınız.” Varol’un gözünde bu köy memleketse, muallim de bu memleketin refahı için önderlik eden Atatürk gibi bir adamdı. Her çağda her coğrafyada olduğu gibi onun da bu yaptıklarını yok etmeye çalışan bir kesim vardı.

Varol’un tahsil hayatını sürdürmesi için; akşamları köy kahvesine çekilen babasının yoluna çıkarak, oğlunun dizinin dibinden ayrılmasına gönlü razı olmayan anasına diller dökerek ikna etmeyi başaran Muallim, onun yaşamında bir kilometre taşı olmuştu. Ondan tavla oynamayı, bağ budamayı, körüklü fotoğraf makinesi kullanmayı, siyah beyaz film banyosu yapmayı öğrenmişti. Eğitimi bitse de öğrenecekleri hiç bitmemişti.

Masasına getirilen taze çayın dumanı gibi burnunda tüten köyünün hasretiyle yarım kalan şiirini yazmaya koyuldu.

                    KÖYÜME

Tanrım akıl ver bana, ben delirdim mi?

Gördüğüm bu köy, benim köyüm değil mi?

Nasılda değişmiş kısa zamanda

Ne bahçesinde meyve kalmış ne üzüm bağında.

Tanımadığım insanlar karpuz satıyor köy meydanında

Pazardan gelenin çantasında; lahana da var soğan da

Bu köyü ben böyle düşünmemiştim, uzaklarda.

Harman dövülen meydan pislik ve çöplük,

Evlerin sıvası bile kalmamış, hepsi çökük.

Ne savaş duydum ne seferberlik.

Ben bu köyü böyle düşünmemiştim, uzaklarda.

Adı gibi akar durur etrafında su kaynakları,

Ovada bile kurumuş su kuyuları,

Verimsiz tarlalar, otlar da sapsarı.

Ben bu köyü böyle düşünmemiştim, uzaklarda.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu