Ragbi Günlükleri 100
Bazen hiç beklemediğimiz yollar açılıyor önümüze. Yepyeni deneyimler kazanıyor, sınırlarımızı aşıyoruz. Her adımda daha gür çıkıyorken sesimiz, başkalarına da ses olabiliyoruz.
2019’un Ağustos’unda, bir nezaket ziyaretinde tanıştım Nevser Hanım’la. Elimde şampiyonluk kupamız vardı anlatırken yaptığımız sporu, bizi. ”Ragbi Günlükleri” fikri o gün doğdu ve o günden bu güne 5, 10, 20, 50 derken, 100. yazıyla karşınızdayım. Ülkemizde az bilinen bu sporu tanıtmaya çalışıyorum. Güncel haberleri sizlerle paylaşırken, bir yandan da ragbi camiasının emekçilerinin sesini işitin istiyorum. Bu amaçla, Türkiye’nin dört bir yanına ulaştı Ragbi Günlükleri. Bundan sonrada aynı çizgisinde devam edecek. Huzurlarınızda, bir kez daha Nevser Hanım’a bu fırsatı verdiği için teşekkür ediyorum.
99 yazıda, 99 farklı konu işledim. Hepsinin karar verme süreçleri farklıydı. En rahat olduğum süreç, 100. yazımınki oldu. Haftalar öncesinden karar vermiştim içeriğine. Hocamın da talebimi geri çevirmemesiyle, bugün elinizde tuttuğunuz sayı ortaya çıktı. Bizlere her daim destek olan, yol gösteren, gerektiğinde babalık gerektiğinde ağabeylik yapan çok kıymetli Hocamız, Prof. Dr. Çetin Hakan KARADAĞ konuğum olacak 100. yazıda.
2014 yılında, Ragbi Topluluğu’nun kuruluş sürecinde tanıştık Hakan Hocam’la. Ortak ilgimiz, Amerikan futboluydu. Ragbinin yanında Amerikan futbol takımı oluşturamayınca, hiç unutmuyorum Hocamız şöyle demişti: ”Beraber bir yola çıktık. Sizi yarı yolda bırakmak istemiyorum.”. O günden beridir de her daim arkamızda oldu kendisi. Akademik danışmanlığın yanında, yaptığımız uzun sohbetlerde bizim ufkumuzu açtı. Yanına on dakikalık evrak işi için gidip, 2-3 saat sohbet ettiğimizi biliyorum. Bize hep ”iyi birey” olmayı nasihat eden, tanımaktan mutluluk duyduğum bir insan. Ragbi Günlükleri’nin 100. yazısını şereflendirdiği için kendisine teşekkür ediyor ve röportaja geçiyorum.
ZAFER ERAY(ZE): Hocam, öncelikle okuyucularımıza kendinizden bahseder misiniz?
ÇETİN HAKAN KARADAĞ(ÇHK): 1963 yılında İstanbul-Karagümrük’te dünyaya geldim. İlkokul, ortaokul dönemi Karagümrük’te geçti. Liseyi Sultanahmet Endüstri Meslek Lisesi’nde okudum. Sonra, İzmir’e taşınma hikáyesi var. 1980’de İzmir’e taşındık. Lisede elektrik bölümü mezunu olduğumdan, bir yıl elektrikçide çalıştım. Eğitime verdiğim bu bir yıllık aranın ardından, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım. YÖK’ün kurulmasından bir yıl sonra Dokuz Eylül Üniversitesi de kurulunca, bizim okul Dokuz Eylül bünyesine geçti. Dolayısıyla Ege girişli, Dokuz Eylül çıkışlıyım. 1987’de mezun olduktan sonra bir mecburi hizmet hikáyem var. İki yıl Kahramanmaraş/Afşin’de, sağlık ocağında doktor olarak çalıştım. Tıpta uzmanlık sınavından sonra 1989’da Trakya Üniversitesi’nde farmokoloji ihtisasına başladım. O tarihten beridir de Trakya Üniversitesi’ndeyim. Akademik hayatım bu şekilde. ”Spor olarak ne yaptın?” dersen, çocukluğum sokak arasında top oynayarak geçti. Lisede basketbola başladım. Basketbolda hızlı bir ilerleme kaydettim. Beni bir yıl sonra Karagümrük’ün genç takımına aldılar. İzmir’e taşınınca, spor hayatım sekteye uğradı. Bir yıl hiçbir şeyle ilgilenemedim. Sonrasında yine sokak arasında basketbol ve futbol oynamaya devam ettim. 1999 yılında televizyonda, Amerikan futbolunu gördükten sonra merak ettim, araştırdım, kurallarını öğrenmeye çalıştım. O tarihten beri de Amerikan futbolu izleyicisiyim. Son birkaç yıldır daha yoğun izlemeye çalışıyorum.
ZE: Hocam, topluluğumuza akademik danışman olmadan önce ragbiyi biliyor muydunuz? İzlemiş miydiniz hiç?
ÇHK: Nasıl bir spor olduğunu, nasıl oynandığını üç aşağı beş yukarı biliyordum. Ama çok hakim değildim. Amerikan futboluyla ne farkları var diye merak ettiğimden şöyle bir bakmışlığım vardı. Sizinle tanışana kadar ondan haberim yoktu. Hatta sizinle yolculuğumuzda, ”Bir Amerikan futbol takımı kuralım.”la başladı. Hazır ragbici var. Hem Amerikan futbolu hem ragbi olsun istedik. Tabii Amerikan futbolu biraz pahalı geldi.
ZE: 2017 senesinde sizinle İzmir’e bir yolculuk yapmıştık. Üniversiteler Ligi turnuvasına gitmiştik. Yolculuk olsun, ragbi ortamında bulunmak olsun… O süreç sizin için nasıldı?
ÇHK: Keyifli bir seyahatti. Baya eğlendik diye hatırlıyorum ben. Foça’da güzel bir kahvaltı yapmıştık. O dönem, sizlerle yeni yeni tanışıyordum. Otel kısmı olsun, maçlar olsun gayet keyifliydi. Sportif başarı olarak üzücüydü ama kıl payı kaçırdığımız maçlar vardı. Kadın takımımız o sene ikinci olmuştu. Erkekler, o seneler başarıyı kıl payı kaçırıyordu. Hatta biz oraya giderken milli bir oyuncumuz sakatlık yaşamıştı. Kafileye katılamamıştı. Belki bir oyuncumuz olsaydı, biz oradan dereceyle dönecektik. Bazen her şey olacağına varıyor. Benzer durumları rakiplerimiz de yaşayabiliyor. İnişler çıkışlar var hayatın içinde. Adaletsiz bir durum da vardı orada. Adaletsiz derken şunu kast ediyorum. Açıköğretim fakültesi üzerinden bir takım, tüm milli oyuncuları bünyesinde toplayarak, kafadan birinciliği garantileyebiliyor. Siz o şartlar altında, olanaksızlıklar içinde mücadele ediyorsunuz. Ama yine de güzel anılarla hatırlıyorum. Hatta turnuva sonrası küçük bir İzmir turu yapmıştık. Alcancak’ta yürümüştük. Güzel bir yemek yemiştik.
ZE: Hocam, ragbi topluluğundan önce de bazı spor takımlarına danışmanlık yaptınız. Kırkpınar Besyo’da yönetim kurulu üyeliğiniz var. Sporun yöneticilik kısmını nasıl buluyorsunuz?
ÇHK: Bana profesyonel olarak spor yöneticiliği yapar mısın deseler, çok cazip gelmiyor o kısmı. Çünkü o konuda bilgim yok. Donanımlı olmak lazım o konuda. Hem sporu hem yöneticiliği, idareciliği bilmek lazım. İdarecilik kolay bir şey değil. Gerektiği zaman radikal kararlar almanız gerekiyor. Ben, o kararı alan kişi olmak istemiyorum. Sporcuyla duygusal bir ilişki kuruyorsun. Ağabey-kardeş, baba-oğul, baba-kız ilişkisi gibi bir şey oluyor. O yüzden, bu tarz kararları vermek bana zor geliyor. Daha bir babacan olalım, daha bir idare edelim şeklinde yaklaşıyoruz ama -profesyonel anlamda konuşuyorum- spor kulüplerinde öyle olmaz. Öğrenciye ağabeylik, babalık yapmak, onlara doğru yolu göstermek, sportif başarıdan daha önemli şeyler olduğunu söylemek… Öğrenci sporlarında, bence sportif başarı ikinci plandadır. Düzgün duruşu, ahlaklı duruşu, insan olmayı daha ön plana çekiyorum. Tıp fakültesinin basketbol, futbol, voleybol takımlarının danışmanlığını yaptım daha önce. Burada şunu gördüm, sonuç odaklı danışmanlık yapan danışmanlar vardı. Onlarla biraz uğraştık. Çünkü maça çıkıyorsunuz, seyirci kavgasıyla bitiyor maç. Biz hep taraftarlarımıza uyarılarda bulunurduk. Küfürlü slogan kullanılmamasına özen gösterirdik. Çünkü karşıdaki kişi bir başka öğrenci, senin arkadaşın olabilir. O açıdan, danışmanlık yaparım ama profesyonel olarak yapmam. O iş, zor. Besyoda da Prof. Dr. İlhan Toksöz bir yönetim kurulu oluşturmak istedi. O yönetim kurulunda bulundum. Yönetim kurulları, günlük işin içinde biraz angarya gibi. Aslında bu işi, oranın hocalarının yapması daha uygun olur. Biz tabii orada yeterli hoca olmadığı için destek verdik. Ama hep şeyi söylemişimdir, ”Siz burada yeterli hocaya ulaştığınızda, yönetim kurulu oluşturabildiğinizde, biz hemen çekilelim.”. Ben bir hekimim, anlamam o işten. İnsan anlamadığı işlere çok fazla soyunmamalı. İşi, bilenlerine bırakmayı tercih ederim.
ZE: Son dönemde sporcular arasında, sporcu takviye ürünleri çok fazla kullanılıyor. Siz, bu takviye ürünlere nasıl bakıyorsunuz? Mesela Dünya Dopingle Mücadele Ajansı(WADA)’nın açıkladığı bazı listeler var. Bu listeler her yıl yenilenir. Kullanımı her zaman yasak olan maddeler, müsabaka sırasında yasak olan maddeler… Bu yasaklı maddelerin sporcu sağlığına etkilerinden biraz bashseder misiniz?
ÇHK: Adını koymak gerekirse, doping sayacağımız maddeler bunlar. Müsabaka esnasında performansı arttırmaya yönelik olanlar var. Bir de müsabakaya hazırlık sürecinde performansı arttıran ürünler var. Burada WADA niye bu işe karışıyor? Müsabaka adil olsun, dopingli olanla olmayanı ayırt edelim meselesi değil aslında. Olayın felsefesine bakmak lazım. Bunlar zararlı maddeler. Çünkü anabolizan steroid kullanıyorsun. Kişi eğer gençse ve kemik gelişimi devam ediyorsa, onun kemik gelişimini durdurabiliyor. Erken kapanmasına neden olabiliyor. Etütis plağı dediğimiz plaklar, kişi boydan kısa kalabiliyor. Diyabete benzer değişimlere neden olabiliyor. Üreme sistemiyle ilgili, mesela sperm üretimiyle ilgili sıkıntılar doğabiliyor. Dolayısıyla sporcu, bilinçli olarak kendisini bunlardan uzak tutması gerekiyor. Sağlıklı, doğal yollardan gelişim sağlamak lazım. Nedir bu? Takviye protein tozu almak yerine besinle karşılamak. Şimdi diyeceksin ki bunu besinle karşılamaya kalktığım zaman, kırmızı et diyelim, bir kilo bifteğin fiyatına bakalım. Ben o bir kilo bifteği protein tozuyla karşılasam olmaz mı? Çok daha ekonomik. Tavuk bile fiyat olarak ciddi boyutlara geldi. Kaldı ki yediğimiz tavuğun kas kütlesini arttırmak için konan anabolizanlar var. Onları da alıyorsun. Yediği gıdanın doğal olduğunu söyleyebilir miyiz tavuğun? Onun içinden aldığımız kimyasallar, pestisitler bilmem neler… Hatta burada protein tozları daha masum bile kalabiliyor. Doping sayılmayacak, zararlı sayılmayacak ürünlerin kullanımını bir yere kadar mákul karşılıyorum. Mesela protein tozu alıyor, daha ekonomik. Nasıl diyebilirim ki kırmızı et ye? Anabolizan steroid kullanmak, hormonlar vs. bunlar kas kütleni arttırıyor ama ne pahasına arttırıyor? Bir düşünmek lazım. Bunların izlerini silen, siliciler de kullanılıyor. Siz bunları geliştirdiğiniz zaman, karşı teknoloji de gelişiyor. Bunlara çok girmemek lazım. Sporcu demeli ki ”Ben, normal koşullarla kendimi geliştireyim ve bununla elde ettiğim başarı neyse o olsun.”. Ama şimdi spor, maddi getirisi çok fazla olmaya başladı. Şampiyonluk ve onun getirdiği sponsporluk destekleri, müsabaka gelirleri…
ZE: Başlı başına bir ekonomik sektör ve dikey hareketlilik ile size sosyal statü kazandırıyor.
ÇHK: Dolayısıyla rakipleriniz bu yollara yönelmeye başlıyor. O yönelince, bende yöneleyim mi? O sporcuya kalmış bir şey. Ben; sporcu olsam, yönelmem. Ne pahasına bunu yapıyoruz? Uzun vadedeki sonuçları düşünmek lazım. Benzer şeyle sınav döneminde öğrencilerde de karşılaşıyoruz. Dikkati arttıran, konsantrasyonu arttıran ilaçlar önerebilir misiniz? Ben önermem. Önerebileceğim yegáne şey, kafein. Kahve iç, çay iç. Ama işte amfetamin türü ilaçlar, dikkat eksikliğinde kullandığımız ilaçlar, bunları kullanıp geçici performans artışları çözüm değil. Kendi vücudundan kaybediyorsun.
ZE: Hocam, bizim ülkemizde spor ve eğitim karşı karşıya geldiği zaman, aileler çocuklarından bir seçim yapmasını istiyor. Burada da genelde eğitim hayatı seçiliyor ve birçok yetenekli sporcu, eğitim hayatını seçtiği için spordan uzak kalıyor. Bu, aynı anda götürülemez mi?
ÇHK: Bir yere kadar olabilir, bir yere kadar olamaz. Normal koşullarda spor, beyin gelişimini olumlu etkileyen bir şey. Bence, bütün öğrencilerin düzenli spor yapması ve bir enstrünman çalmaya çalışması gerekir. Benim önerim budur. Bana müfredatı sen düzenle deseler, zorunlu beden eğitimi dersi koyarım. Artı, zorunlu müzik dersi koyarım.
ZE: Affedersiniz, burada bir ekleme yapmak istiyorum. Hatırlıyorum, ilkokul-ortaokuldayken, biz beden eğitimi dersine boş ders gözüyle bakardık. Hoca bizi serbest bıraksın, maç yapalım veya sınav varsa, sınava çalışalım.
ÇHK: Bizim zamanımızda da müzik, spor hocası olmazdı bazen. Raporlu olurdu. O saatlerde matematik çalıştırılırdı. Hava yağmurluysa, ders yapılmazdı. Gereksiz dersler olarak görülürdü. Halbuki bu derslerin, hayati önemi var. Bu dersleri yapılandırmak da lazım. Bazı dersler teori olmalı. Spor teorisi anlatmanız lazım. Nasıl spor yapıyorsun? Nasıl yapmalısın? Nasıl beslenmelisin? Hangi tür egzersizler sana kuvvet kazandırır? Hangileri dayanıklılık kazandırır? Bunları hem teorik olarak anlatmalısınız hem de çocuğun düzgün bir şekilde yapmasını sağlamalısınız. Mesela doçentlik sınavı, hayatınızda girebileceğiniz en önemli sınavlardan bir tanesidir. Üniversite sınavından daha önemlidir benim açımdan. Çünkü alanında uzman hocaların karşısına çıkarsınız ve sözlü sınav yapılır. Bunun stres faktörü çok çok yüksektir. Ben bu sınava hazırlanmaya başladığım zaman spor salonuna üye oldum. Her gün gidip bir buçuk saat spor yapıyordum, sonra oturup ders çalışıyordum. Spor sonrası konsantrasyonun yükseldiğini bizzat deneyimledim. Müziği de ayrı bir yere koymak lazım. Bunları düzenli olarak yapmak, öğrencinin başarısını arttıracaktır. Anne babalar, çocuklarını mutlaka düzenli spor yapmak konusunda, bakın burada sporcu yapsınlar demek istemiyorum, bilince sahip olmaları lazım. Artı, beslenme konusunda eğitim almaları lazım. Ne yersem ne olur? Hangi düzeyde yemeliyim? Bu bilinci müfredat sağlamıyor. Aileler mutlaka sağlamalı. Profesyonel spora geldiğimizde, belli başlı branşlarda ciddi paralar var. Aileler, çocuklarını oralara da yönlendiriyorlar. Çocucuğunu futbol okuluna götürüp, ”Çocuğum futbolcu olsun.” diyorlar. Eğitimdeki o seçicilik, aslında sporda da var. Anne baba, çocuğunu götürüp, ”Benim çocuğum cimnastikçi olsun.” demiyor. Niye? Cimnastikçi olsa, aç kalacak. Para odaklı düşünüyoruz. Şuna bakan yok: Çocuğum ne olmak istiyor? Belki çocuk sporcu olmak isteyecek. Belki tarihçi olmak isteyecek. Belki jeolog olmak isteyecek. Bizim önce, bir insanın başarılı olacağı mesleğe karar vermemiz gerek. Diyelim ki çocuğun, profesyonel yüzücü olması gerekiyorsa, oraya yönlendirmemiz lazım. Tabii bunu yapmamız için de profesyonel yüzücünün karnının doyması lazım. Çocuk mesela müzisyen olacaksa, müzisyenin karnının doyması lazım. O mesleklerden para kazanabilir olması lazım. Ama maalesef bu olmadığı için şu anda insanlar para kazandıran mesleklere yönlendiriyorlar. Belki bir futbol, basketbol, son dönemde voleybol; oradan para kazansın diye çocuklar yönlendiriliyor. Ama demiyor yine çocuğum cimnastikçi olsun. Çocuk belki orada mutlu olacak, hayatının anlamını orada bulacak. Bizim bunlara karar vermemiz lazım. Profesyonel spor, yoğun bir çalışma da gerektirdiğinden, eğitimle birlikte zor ilerliyor. Mesela ABD’de, gençler üniversiteden profesyonel liglere seçiliyorlar. Bunların arasında hem tıp okuyup hem profesyonel liglere seçilenler çok az çıkıyor. Yok gibi sanki. Çünkü bağdaşmıyor. Özellikle tıp eğitimi, mühendislik eğitimi… Bunlar zor, günde 4-5 saat ders çalışmanız gerekiyor. Ama işte bakıyorsunuz psikoloji var. Yani belli branşlarda bağdaşıyor, yapılabiliyor. Mesela Nobel ödüllü bilim insanımız Aziz Sancar, günde 16 saat çalışıyor. 8 saatte uyusa, gün zaten bitiyor. Yeri geliyor, bazen laboratuvarda yatıyor. Şimdi bu insanın hem araştırmacı olup hem de enstrüman çalma şansı yok. Vakti yok. O yüzden profesyonel spor bağdaşmayabilir. Profesyonel spor yapması gerekeni, ana branş olarak oraya yönlendirmek gerekir. Diyelim ki sen profesyonel cimnastikçi olacaksın, hayatını kazanmak için başka bir şey yapmaya ihtiyacın olmamalı. Hayatını spor dışında başka mesleklerden kazananların da mutlaka spor yapması lazım, müzikle ilgilenmesi lazım.
ZE: Hocam, sizin ve benim ortak bir sevdamız var. İkimizde Amerikan futboluna karşı özel bir ilgi duyuyoruz. Sohbetimizin başında, 1999 yılından beri de Amerikan futbolunu izlediğinizi söylediniz. Bu süreçte, ilginiz nasıl ilerledi? Karışık bir kural kitapçılığı vardır. Kuralları öğrenme süreci, hayran olduğunuz sporcular, sempati duyduğunuz takımlar…
ÇHK: Belirli bir takım takıntım yok. Özellikle de olmamasına çaba gösteriyorum. Çünkü bir takım tuttuğunuz zaman objektif izleyemiyorsunuz. Türkiye’den Fenerbahçe’yi tutuyorum. İster istemez yanlı oluyorsun. Pozisyonu kendine yontuyorsun. Bunu çevrende de görüyorsun. Başka takımı tutan bir arkadaşınla konuş, aynı pozisyonu farklı yorumluyorsun. O yüzden belli bir takım yok. Ama sempati duyduğum takımlar var. Mesela Dallas Cowboys’u severim. New York Giants’ı severim. Yani genel olarak bu takımlara sempatik bakıyorum. Onların güzel bir maçı varsa, onların maçlarını seyretmeye çalışırım. Bir diğeri New England Patriots. Ama bu sempati, Tom Brady’den kaynaklı. Bir de Philadelphia Eagles… Bu dört takım, genel olarak benim ilgimi çekmiştir. Mesela basketbolda da hep Los Angelos tarafına bakarım. İzlemeye başladığınız dönemde, yukarıda olan takımlara karşı da sempati duyabiliyorsun. Bir dönem Chicago Bulls. Jordan’dan ötürü Chicago’ya sempati duyuyorsun. Mesela çocukluğunda Lefter’i görmüşsündür, Fenerbahçeli olmuşsundur. Metin Oktay’ı görmüşsündür, Galatasaraylı olmuşsundur gibi bir durum bu. Hayran olduğum, takıntılı olduğum sporcular yok. Ama genel olarak Tom Brady’i severim. Bunun dışında, kuralları karmaşık bir spor. Baya bir okumamız gerekti. Eskiden kaynaklar bu kadar geniş değildi. İngilizce kaynaklara ulaşabiliyordun ama yorumu anlayamadığın durumlar olabiliyordu. Özel terimler, zaman içinde oturuyor. Türkiye’de de Amerikan futbolu üzerine paylaşımlar yapan NFLTR sayfası var. Oradan podcastleri dinleyip, bilgilenmek; daha farklı şeyleri öğrenmek mümkün hále geldi. Amerikan futbol maçları Türkiye’de de yayınlanmaya başlayınca, Türkçe yorumlarla birlikte oyunu daha iyi anlamaya başladık. Öğrendikçe anlıyorsun ki çok daha komplike bir spor. Futbol ve basketbolda izleyen biri olarak kıyaslama yaptığımda, Amerikan futbolunun çok daha stratejik bir oyun olduğunu söyleyebiliyorum. Bilinmeyini çok fazla ve tahmin etmek zor. Türkiye’de çok iyi yorumcular var. Bu işi gerçekten bilen adamlar. Onları izleye izleye bilgilerimiz daha da arttı.
ZE: Hocam; antrenör olsaydınız, hücum takımını mı yoksa savunma takımını mı çalıştırmak isterdiniz?
ÇHK: Baş antrenör olmak isterdim. İki tarafla da ilginirdim. Biz hep tabii hücuma bakıyoruz. İşin hep sayı kısmındayız. Oysa, oyun çok komplike.
ZE: Sohbetimizin başında, gençlere sporla, müzikle ilgilenmelerini tavsiye ettiniz. Sizin de müzikle haşır neşir olduğunuzu biliyorum. Enstrüman çalıyorsunuz. Bunun dışında, sizinle birçok sefer progressive rock üzerine sohbetler yapmıştık. Dinlemem için müzik grupları önermiştiniz. Sonra, sulu boya resimle ilgileniyorsunuz. Yurt dışından özel ihtiyaçlarını getirtiyorsunuz. Biraz da bu meraklarınızdan bahsedelim istiyorum Hocam.
ÇHK: Mutlaka bir müzik aleti çalmaya, bir müzik türünü dinlemeye çalışsınlar. Ama müzik teorisine de baksınlar. Enstrüman çalmaya başlayınca, ister istemez müzik teorisine de bakıyorsun. Akort bilgisine, gam bilgisine ihtiyacınız oluyor. Ben, gitar çalmaya çalışıyorum. Çalıyorum demiyorum. Bazen çıkartıp, günde bir iki saat uğraşıyorum. Bazen uzun süre dokunmadığım oluyor. Mesela şimdi resim yapmaya başladım. Uzun süredir resim yapmıyordum. Genelde rock müzik ağırlıklı dinliyorum. Kendimi o tarafa daha yakın buluyorum. Türk rock da dinlerim. Halk müziğini de severim. Sanat müziği oldum olası bana uzak kalmıştır. Arabesk de sevmem. Anadolu rock filan da severim ama ağırlıklı olarak senfonik rock severim. Özellikle 60’lar, 70’ler… ”80’den sonra müzik yapılmıyor” diyen radikal bir grup vardır. Tam olarak o grubun üyesi değilim. Ama o çizgiye yakınım. O dönem çok büyük, çok önemli gruplar geldi. Sonrasında da iyi müzik yapanlar oldu tabii. Müzik endüstrisi değişiyor. O dönemler, çocukluğuma denk geliyordu. Şu anki bilinç düzeyimle o dönemde yaşamak isterdim. 30’larımı o yıllarda geçirmek isterdim. En sevdiğim grup, King Crimson’dur. Mutlaka arada bir koyar dinlerim. 1969 albümleri vardır: ”In The Court Of The Crimson King”. Bir de ”Red” albümleri vardır, 1974’te çıktı sanırım. Birkaç ayda bir mutlaka dinlerim. Bunlar genelde İngiliz Anglosakson ama Alman progressive de önemlidir. Az biraz İtalyan progressive de bakarım. Biraz da blues dinlerim. Siyahi bozlakları güzeldir. Bizim Anadolu bozlağı neyse, çevir sözlerini İngilizceye blues olur o. Resim tarafına gelince, eskiden beri bir merakım vardı. Ama yapamazdım. Kendi kendime dedim ki ”ben bu işe biraz ağırlık vereyim.”. Çöp adam yapar durumdan, her gün yapa yapa birazcık ilerlettim. Yağlı boyadansa, sulu boya yani ”yerinde çizerlik(arben sketching)”… Alırsın bir defteri, bir kalemi, bir de küçük bir sulu boya seti; gidip Selimiye Camii’nin karşısında oturursun ya da Kaleiçi’nde tarihi bir evin karşısında. Orada bir şeyleri 10 dakika içinde çizersin, sulu boyayla boyarsın ve biter. Çizgiler orada hatalıdır. Aman çizdim, sildim yoktur. Hatta dolma kalemle çoğu zaman çizilir. Böyle bir akım vardır. Bu şekilde başladı, sonra sulu boyaya kaydı. Ağırlıklı olarak sulu boya yapmayı seviyorum. Renk teorisi öğrenmeye başladım. Sanat, eskiden beri benim ilgimi çekerdi. İyi bir lise eğitimi almadığımı düşünüyorum. Bizim annelerimiz babalarımız daha iyi eğitim almışlar. Eğitimin içi, giderek boşaltılmış. Matematiğe, fen bilimlerine, biyolojiye odaklanılmış durumda. Eskiden felsefe dersleri vardı. Ben ona yetişemedim. Almamışız felsefe eğitimi. Herkesin felsefe tarihi, uygarlık tarihi ve sanat tarihi okuması lazım. Bunlar, önemli konular. Gençler, bu konuları okusunlar. Mesela, alsınlar Orhan Hançerlioğlu’nun ”Düşünce Tarihi”ni. İnsanoğlu, ”Bu yıldızlı gökler ne zaman dönmeye başladı?” dediği günden itibaren, bu güne nasıl geldi? Ne düşündü bu insanlar? Yunan filozoflar ne düşündüler? Ortaçağ niye yaşandı? Ne oldu ne bitti bunlara baksınlar. Hatta kitap okumayı sevmeyenler, açsınlar Youtube’u Fatih Altaylı’nın programları vardır. Orada İlber Ortaylı’yı, Celal Şengör’ü, Ahmet Arslan’ı(Felsefe Tarihi üzeine kitapları vardır) dinlesinler. Felsefeyi öğrenmeleri lazım. Rönesans nasıl ve neden yaşanmış? Bu arada, sanatın evrimine de bakmak lazım. Bunlar benim epey ilgimi çekiyor. Çalışma alanım da ağırlıklı olarak beyin, öğrenme, bellek. Bununla ilgili çalışıyorum ve bu konuda 2000 yılında Nobel alan Eric Kandel diye bir adam var. Bu adamın kitaplarını okumaya başladım bellekle ilgili. Seminerlerini bulup, dinlemeye gayret ettim. O arada şunu gördüm ki bu adamlar çok dolu adamlar. Eric Kandel’in ciddi felsefe bildiğini, ciddi sanat bildiğini gördüm. Utandım şahsen. O da profesör, bende profesörüm. O nerede, ben neredeyim diye bir kıyas yaptım. İnsan bu tür kıyasları her zaman yapmalı. Gelişim için şart. Kriteriniz, hep kendinizi aşmak olmalı. Bulunduğunuz çevre, aile, okuduğunuz okul, ekonomik şartlar… Bunlar hep belirliyor hayatınızı. Ama bunlara mahkum değilsiniz. Gördüm ki kendimi bu alanlarda geliştirmeliyim. Sanat her zaman ilgimi çekmiştir. Mimari, heykel değil de özellikle resme meraklıyım. Müze gezmeye başladım. Avrupa’yı seviyorum. Amerika, Afrika benim hiç ilgimi çekmiyor. Özellikle Kıta Avrupası… Gittiğim yerlerde müzeleri gezmeye başladım. Bunda kızımın da etkisi var. Kızım sanat tarihini kazanınca, O’nun kitaplarını okumaya başladım. O da bana bir motivasyon verdi. Öğrencilere, gençlere bunu mutlaka öneririm. Sanat tarihine, uygarlık tarihine, felsefe tarihine mutlaka baksınlar. Zaten bunlara baktığınız zaman, iyi insan olmanın yolunda ilerliyorsunuz demektir. Örnek, rol model olacak insanları öğreniyorsunuz. Düşünmeyi, aklınızı kullanmayı öğreniyorsunuz. Benim de hayatımı şekillendiren şeyler bunlar oldu. Bu röportajı okuyan gençlere de yol gösterelim. ”Böyle bir dünya var. Bunlara da bakalım.” desin. Sadece tek bir şeye odaklanmayı doğru bulmuyorum. Hedef; sadece üniversite sınavını kazanmak, üniversiteyi bitirmek olmamalı. Bunun içine mutlaka kitap okumayı, kendilerini bedensel ve ruhsal olarak geliştirmeyi de koymalılar. Bir sporla uğraşın, bir müze gezin, gidin konser dinleyin, tiyatro izleyin. Sen gençken yaptın mı dersen, hayır, ben çok sonradan yakaladım. Treni geç fark ettim, yakalamaya çalışıyorum. Bunda bir sorun yok. 60 yaşında da bunlara başlayabilirsiniz. Mesela tarihçi Halil İnalcık 60 veya 70 yaşında İtalyanca öğrenmeye başlıyor. İtalyan arşivlerine girme ihtiyacı doğduğunda, o yaştan sonra İtalyanca öğrenmeye başlıyor. Demek ki bir sonu yok. İtalyanca benim ilgimi çekiyor. Bende düşünüyorum bir İtalyanca’ya, Yunanca’ya başlayayım. Ben 60 yaşındayım. Kaç yıl daha yaşayacağıma bakmamak lazım. Enstrüman çal. Sahneye mi çıkacağım? Mesele o değil. Resim çiz. Sanatçı mı olacaksın? Mesele o değil. Ben onu kendim için yapıyorum. Her zaman başlayabiliriz. Gençlik aslında yaş değil, kendini nasıl hissettiğin. Bunlar beynimizi genç tutan şeyler. Hani diyorlar ya alzheimera karşı sudoku çözün. Dil öğrenin mesela. Beyni ne kadar çalıştırıyorsan, o kadar geç yaşlanıyorsun.
ZE: Katıldığınız için çok teşekkür ederim Hocam. Son sözlerinizle tamamlayalım isterseniz.
ÇHK: Serüvenimiz, seninle tanışıklığımız bitmedi. Seni tanıdığım için çok mutluyum. Takımın işleyişine, birlikteliğine baktığımda şu duyguyu hissettim: ”Bunlar iyi çocuklar, iyi insanlar ve daha iyi insan olma yolunda çaba gösteriyorlar.”. Sportif başarı hiç önemli değil. Sonuncu da olabiliriz. Mesele, iyi bir sonuçla dönmek değil. Bizim orada sergilediğimiz duruş, her zaman daha önemlidir. Spor, başarıyı getirir getirmez o ayrı mesele. O yüzden, senin nezdinde takımdaki tüm arkadaşlara teşekkür ediyorum. Olay, iyi insan olmakla başlıyor. ”Vur, kır, parçala; bu maçı kazan!” sloganını, hep söylemişimdir, hiç sevmedim. Olay, bu şekilde kazanmak değil. Hakkımız olmayan şey bize verilmemeli. Hak etmiyorsak, almayalım. Hileyle hurdayla bu işi götürmeyelim. Çünkü öyle bir insan olduğunuzda, uzun vadede kazanıyorsunuz. Böyle bitirmiş olayım. Ben de teşekkür ediyorum.
