Seng-i Hürmet

Hava sıcaklığı haftalardır otuzun altına düşmüyordu. Yemekten sonra gün bitmeden termosa iki fincanlık kahve hazırlayıp Serhat’la dışarıya çıkmıştık. Meşhur yağlı güreş müsabakalarına ev sahipliği yapan Sarayiçi’ ne doğru bir süre yol aldıktan sonra şehrin batısındaki köprüsünden Kırkpınar alanına girdik. İki hafta öncesinin insan kalabalığı gitmiş yerini in ve cinin top koşturmasına bırakmıştı. Güreş alanının etrafında saat yönünün tersinde bir tur attıktan sonra Adalet Kasrı’nın gölgesinde bagajdan çıkardığımız sandalyelerimizi açıp oturmuştuk. Ben bir yandan fotoğraf çekiyor bir yandan sıcaklığından ödün vermeyen kahvemi yudumlarken Serhat,yanından hiç ayırmadığı not defterine kasrın eskizini çiziyordu. Ona, arada Edirne Sarayı’nın sağlam kalan tek binası olan Kasrın tarihi hakkında kısa bilgiler paylaşıp eğer saray günümüze kadar ulaşsaydı karşımızdaki manzaranın ne kadar büyüleyici olacağından bahsediyordum. Bir süre sonra ezan sesi duyuldu,gayri ihtiyari saate baktım. Gözlerimi sol kolumdan gelen araç sesine doğru çevirdiğimde mavi renkli,açık kasa bir kamyonetin ağır ağır her an duracakmış gibi yaklaştığını fark ettim. Şoförü alabildiğine yemyeşil bir alanın ortasında adres sorma niyetiyle bakınır gibi görünce Serhat’a seslendim. Başını çevirip keskin bir ıslığın ardından elini sallayarak verdiği selama korna sesiyle karşılık alınca “Mazda bu” dedi. “Bu kadar uzaktan markasını seçemiyorum. Ters bir durum mu var? Araba hala çalışıyor ama inmiyor da birini mi bekliyor acaba? Gidip bir baksana “dedim. Kasrın, Divan Heyetinin toplandığı katı bitiren Serhat istifini hiç bozmadan endişelenecek bir durum yok otur şöyle, biraz da ben sana tarihten bir kesit anlatayım.
İlkokula başladığım ya da başlayacağım seneydi. Anadolu’nun bir ilçesinden tayinle gelerek babamın yanında göreve başlamıştı. Sokakta yanından geçtiği insanlara günün vakitlerine göre günaydın,iyi günler, iyi akşamlar temennilerini ağzında lokma varmış gibi ileten işten eve ,evden işe uzanan ömrüyle sessiz sedasız bir adamdı. Şimdi saçının sakalına karıştığına bakma hikayesinin başlangıcı dış görünüşüne tamamen tezat bir yerde; saç tıraşı için gittiği berberde başlıyor. Sırasını beklerken oyalanmak için eline aldığı bir dergiyi karıştırırken bir yazı dikkatini çekmiş. Sekiz sayfalık yazıyı okuyup traşını olduktan sonra dergiyi kolunun altına sıkıştırıp evin yolunu tutmuş.
O pazar gecesi dergide yazan ne varsa şirketin yatırımlarından, üretim ve çalışma kapasitesine ihracatından Ar-Ge çalışmalarına kadar bir güzel hatim edip ertesi gün de bir borsa hesabı açmış. Elinde avucunda ne varsa kuruşuna kadar yatırdığı tüm parası gözüne az görününce hayli hatırı sayılır miktarda bir de kredi çekmiş. Mesai saatlerinde yemekhane televizyonundan teletekse bakmak için her anı kolluyor, güvendiği daha çok amirlerinden bir kaç kişiye dergiden öğrendiklerini ballandıra ballandıra anlatıyormuş. Bunlar borsada tahtaların başrolde olduğu dönemler yaşanıyor. Yanından hiç ayırmadığı bordo renkli çantası kolunun altında,yakın gözlükleri gömlek cebinde mesaiye gidermiş. Öğlen aralarını da; çantasından çıkardığı defterine ilk seans fiyatlarını yazıp, tuşlarındaki sayıları silinmiş hesap makinesinde bir takım hesaplar yaparak geçirirmiş. Neyse bir hafta geçmeden aldığı hissenin fiyatının düşmesini aklının ucundan dahi geçirmeyen Mazda büyük bir şok yaşıyor. Panikle koridordaki ankesörlü telefondan aradığı aracı kurumun meşgule düşen telefonlarından irtibat kuramıyor. Bu işleri takip eden ama yatırım yapacak kadar parası olmayan babam, kurumun kapısı önünde çömelmiş içli içli sigarasını körükleyen Mazda”yı görünce “Yav çömez kime sordun da aldın? O hisse ,Nisan ayında 30 TLmiş. Dört ayda 120 TL yi görmüş. Daha ne olsun? Sen en tepeden almışsın bir sene bekle aklın başına gelsin o arada da borsayı öğrenmiş olursun”der. Tayin, teftiş dönemi derken aşağı yukarı üç dört ay geçmiş. Haftanın son iş gününe rastlayan bir akşamüstü koridordaki ankesörlü telefonlardan birinin dibinde Mazda yığılıp kalmış. Öldü mü kaldı mı diye yaşanan telaştan sonra kendine gelen Mazda uzun bir naranın ardından sevinçle “Allah’ım yeni bir Sabancı yeni bir Koç doğuyor” diye heyecana kapılıp koşturarak binadan ayrılır.
Babam, pazartesi günü işe gelmediğini görünce ya hisseleri satmaya ya da erken emeklilik düşüncesinde herhalde bu deli çocuk deyip geç kalmasına bir süre göz yummuş. O sırada babamın kapısını çalıp, içeriye giren çaycı ,masasına çayını bırakırken “Amirim, Mazda kaza geçirmiş,durumu ciddi” demez mi? O yıllarda babasından düşen mirasla satın aldığı seksen altı model ,gök mavisi tüm camları ve aynaları elektrikli vagon tipi bagajıyla hayallerimi süsleyen bir Mazda’sı vardı. Haftasonları arabasına binip gezebilmek için babamdan yalvar yakar izin alır birlikte Sarayiçi,Saraçhane demede mahalle kenarlarındaki sokak hayvanlarını beslemeye giderdik. “Ya Serhat ,ağızları var ama dilleri yok bu masumların. Sen acıktım dersin,üşüdüm dersin ama ya onlar? Elbet bir gün bize de yürü ya kulum diyecek mevlam ,geceleri yatarken bu canlar için uykum kaçmayacak. İşte o zaman yavru kartal, bu abin dünyadaki en derin nefesini alacak.” Kanatlarını açmış özgürlüğü simgeleyen beyaz kartal figürlü arabanın arka koltuğunda, esen rüzgarla gözlerimi keskinleştirdiğimi dikiz aynasında gördüğü günden beri bana yavru kartal derdi. Çok geçmeden tuttuğum futbol takımının değişmesine sebep olmuştu. Dikiz aynasında sallanan siyah beyaz çift sıra boncukların dizildiği tesbih hala yerindedir.
_ Serhat, kazadan sonrasını anlatsana, meraktan öleceğim.
_ Araç hurdaya çıktı, ayağının birine protez takıldı. O gün yaşadığı sevince kaza gölge düşürmedi. Sağlığı, tahmininden erken emekli olmasına vesile oldu. Neden ben,neden bugün diye bir gün olsun sızlanmadı. Dört ayaklı çocuklarını daha fazla bekletmemek için bir fırsat olarak gördü. “Bir hayatta bir başka canın hayatını kurtarmaktan daha değerli ne olabilir”cümlesi besmele gibi ağzından hiç düşmezdi. Borsadaki hisselerinin bir kısmıyla sokak hayvanlarına barınak yaptığını duydum kalanının temettü getirisi giderlerini karşılamasına yetiyormuş. Babamlar, hala görüşürler, ne zaman arabasını değiştirdiğini duysam bilirim ki mavi bir Mazda’dır.
_ Peki gerçek adı neydi?
_ Bilmiyorum. Ona başka bir isimle seslenildiğini hiç duymadım. Çocukken bu ismi onunla nasıl bütünleştirdiysem bir daha sormak bile aklıma gelmedi.
Elimdeki boş kahve fincanını çimlerin üzerine bırakıp arabaya doğru yürümeye başladım.Yaklaştıkça arabanın kasasında dizilmiş içi mama dolu tabaklar görünmeye başladı. Plakasında engelli işareti bulunan arabanın arkasından dolanıp şoför mahalline yaklaştım. Saçı sakalına karışmış artık çokça ağarmış beyazlıkların içinde misket gibi gözleriyle yüzüme bakıp vakte uygun temennisini dile getirdi. Gözüm dikiz aynasına, ordan sallanan tespihin siyah beyaz çift sıra boncuklarının üzerinde gezindi. Kolundaki saatine bakıp arabanın motorunu durdurdu. Koltukta duruşunu daha rahat hale getiren birkaç kıpırdanmadan sonra kapısını açtı. Önce sağlam ayağını sonra ona ağırlığını bindirerek protezli ayağını yere sarkıttı.
Arabanın kasasından mama tabaklarını almasına yardım ederek ağır aksak adımlarına köşe başına kadar eşlik ettim. Mamaların kokusundan mı akşam yemeği saatinin geldiğini anladıklarından mı bilmem çevik hareketleriyle koşarak gelen dört ayaklı gençler bir anda dört yanımızı sardı. Tek eksikleri başlarının üzerinde altın rengi hareleri olan bu canlılar bana gülümsüyor, kuyruklarını sallıyor, başlarının okşanması için birbirlerinin önüne geçiyordu. Her birinin başında tek tek ellerimi gezdirip,sırtlarını sıvazladıktan sonra kaldırımın kenarında karınlarını doyurmalarını izledik. Elimi uzatıp adımı söyledim önce arabaya sonra bana bakıp elini uzattı.” Bana Mazda diyebilirsin.”