VE YAPILACAK HİÇBİR ŞEY YOK
Şehre yukarıdan bakıldığında küçük küçük kareli kumaş desenini andıran koyu renkleri binaları açık renklerini sokaklarının temsil ettiği onun deyimiyle pötikareli mahallesinde eğitim veren lisenin son sınıfındaydı. İkinci dönemin bitmesine bir kaç ay kalmış ama o hala hayatının en önemli kararını; eğitimini ve ömrünün geri kalanında severek yapmak istediği mesleğin cevabını verememişti. O gün son derse girerken kimya öğretmeni elindeki kağıttan birkaç arkadaşıyla birlikte onun da ismini okuyup zil çalınca rehberlik öğretmenine gitmelerini tembihlemişti. Ders çıkışında rehberliğin yolunu tutmuş geçen hafta yaptığı meslek yatkınlık testinin sonuçları eline tutuşturulmuştu. Raporda; Tarih ,Edebiyat öğretmenliği, Hukuk alandaki bölümleri tercih etmesi salık verilirken Kimyagerlik, Eczacılık bölümlerinin olduğu sütunun altında “Bu mesleklerle ilginiz yok” yazıyordu. Resim, Arkeoloji, Sanat Tarihi bölümlerinin yer aldığı sütunda ise ” Bu mesleklere ilginiz var ama seçmeniz için yeterli değil” ibaresi bulunuyordu. Yüzdelik hesapları inceledikten sonra aklı iyice karışmış bir halde çantasını sırtına geçirip bir asırlık binanın yüksek tavanlı, serin havasını ardında bırakarak sokağa çıktığında yüzüne vuran bir öğlen sıcağıyla karşılaştı. Teste başlamadan önce öğretmeni “Kendinize uygun gördüğünüz seçeneği işaretlemenizi istiyorum” demişti. Müzeleri gezerdi, ünlü şairlerden birçoğunun tüm eserlerini okumuş, tarihi olay ve kişilerin hayatlarını boş derslerde okul kütüphanesinde merakla araştırırdı. İlgi alanları nasıl oluyor da gelecekteki mesleğini belirliyordu. Boş zamanlarında bunları yapan bir diş hekimi yok muydu? Aklında soru işaretleriyle sokağın köşesini döndü. Olumsuz biteceği tahmin edilen bir işte bile sonuna kadar sabretmek, bir başkasına yapılan haksızlığa karşı çıkmak, miting ve gösterilere katılmak bu seçenekleri de işaretlediğini hatırladı. Demek bu memlekette ve mevcut eğitim sisteminde ona hak ve hukuku bir mesleğin tekelinde arayabileceği dayatılıyordu. Omzuna çarpan bir darbeyle düşüncelerinden sıyrıldığında tarihi binayı geçmek üzere olduğunu fark etti. Başka bir okulun üniformasıyla ondan özür dileyen öğrenciye azarlamak şöyle dursun bir de teşekkür etti. Şaşkın yüz ifadesiyle bakan çocuğa deli olduğunu düşündürdükten sonra yuvalarından uğrayan gözlerinin önünden bir koşu karşıya geçti. İkişer üçer çıktığı merdivenlerde soluklanırken yer yer dökülmeye yüz tutmuş beyaz boyasının altından inatçı kahverengilerini bir baş gibi uzatan açık kapının üzerindeki afişi okudu. Geçen ayki sergi nihayet sona ermişti. “Goya Reprodüksiyon Resim Sergisi” gıcırdayan ahşap zemin üzerinde beyhude bir yavaşlıkla içeriye doğru ilerledi. Onu, önce İspanyol ressamın otoportesi karşıladı sonra yedi portresini yaptığı Alba Düşesi, dönemin ileri gelenlerin aile portreleri, İspanya Bağımsızlık Savaşı’nı resmettiği birkaç tablo ve en son “Çocuklarını yiyen Satürn.” Orjinali ressamın yaşadığı evin duvarına çizdiği belirtilen bu tabloda; Yunan tanrısı Kronos’un kendisinin yerine geçmelerinden korktuğu çocuklarını yiyerek öldürüşü resmedilmişti.
Uzun uzun her bir fırça darbesine, tuvalin tüm gözeneklerine kadar inceledikten sonra resmin anlamına ilişkin bilgiye; gençlik ve yaşlılık arasındaki çatışmaya burun kıvırdı. Bir ders saati boyunca sergiyi gezdiğini farkına varınca koşar adım otobüs durağının yolunu tuttu. Gece yatarken babasının doğum gününde hediye ettiği günlüğünü alıp yatakta kıvrıldı. Günün tarihini atıp yazmaya başladı;
Bugün son dersten sonra sergiye gittim. Gulyabani’den daha korkunç bir canavarı; iki elinin arasında sıkıca tuttuğu bir insanı yerken resmeden Goya’nın iç karartıcı bir tablosuyla karşılaştım. Ressamın bu çalışmasına dair geride bıraktığı bir açıklama notu bulunmadığı için birkaç fikir yürütülmüş. Eğer bir not yazmış olsaydı bile günümüze kalmamıştır. Hem neden kendi evi için yaptığı bir tablonun anlamını açıklama gereği duysun ki. Bir ressamın, şairin ne anlatmak istediğinin peşine düşülmesini hep saçma bulmuşumdur. Sadece eline fırçayı aldığında zihninde canlanan imgeleri yansıtmış da olabilir. Sanatçının eserinde anlatmak istediğini eğer o sırada yanınızda olup sorma şansınız yoksa önemli olan sizin anladığınızdır. Bir kitabı her okuyuşunuzda nasıl bambaşka anlamlar yüklüyorsanız, içinde bulunduğunuz duygular değiştiğinde önünde durduğunuz tablonun da anlamı değişecektir. Karakalem çalışmalarımı güzel bulan yakınlarımın Güzel Sanatlara gitmemi tavsiye etmesi, mesleki yatkınlık testinde bankaya yatırdığım paranın faizini hesapladığım için bankacılığı önermesi gibi en yakınınızdan hiç tanımadığınız birine kadar sizi hep bir sözünüzle, davranışınızla, tablonuzla, boyanızla anlamak ister insanlar. Paletinizde daha birçok renginiz varken, belleğinizde yüzlerce sözcük,saati saatine uymayan hisleriniz varken üstelik…
O canavar belki zamanı belki savaşlarla kendi çocuklarını yiyen İspanya’yı simgeliyor. Ama benim için hep sistemin kendisini, dişleri; çarkların bir parçasını simgeleyecek. Elindeki insan da sistemin içinden kaçamayan insanoğlunu…